



Kavunla peynir olsa, bir de rakı...İşte bu 3'lünün uyumu çözülüyor! |
|
![]() Bu yazıda yine Ferran Adrià'dan bahsedeceğim. 2011 yılında popülaritesinin doruklarındaki restoranı elBulli'yi kapatıp yerine interdisipliner bir mutfak merkezi açacağını duyurdu. Bu 3 senelik bekleyiş süresinde de mutfaktan uzak kalmayı tercih ediyor. Bu süre içerisinde yeni açacağı merkezle uğraşırken bir yandan da elBulli Restoranı'nın tarihini ve dekonstrüktivist mutfağın temellerini anlatan bir sergi açtı. 2013 yazında Londra'da açtığı bu sergiye gitme fırsatı buldum. elBulli'ye gitme şansım olmasa da aynı atmosfer sergide de yaratılmış; yemek masası, sandalyeler, yemek takımları ve restorandan görülen muhteşem deniz manzarasına kadar herşey düşünülmüş. Tabii ki canlı kanlı orda olup, 5 duyuyla bunları yaşamak bambaşka olurdu eminim ki. ![]() Herneyse, sergiden neler edindiğime gelirsek: elBulli'nin yemek ansiklopedisi çıkartılmış mesela. Bu fikir akıllara şöyle gelmiş: eğer omletin ne zaman nasıl yaratıldığını bilseydik bunu tarihte aynı dönemdeki olaylarla ilişkilendirebilir miydik? (Bazılarınızın,' bunun ne önemi var?' dediğini duyar gibiyim.) Mesela kruvasan, Osmalı'nın Viyana Kuşatması sırasında doğmuş. Yani aslında kruvasan Avusturya asıllı (Kısaca şöyle: Osmanlılar Viyana'yı kuşattıklarında şehrin dışarıyla tüm bağları kesilmiş bunu ortaokulda öğrendik. Ancak bir türlü şehir teslim olmuyor ve kendi kendini idare ediyormuş, yani ekmeğini, yiyeceğini kalenin içinde yetiriyormuş. Osmanlılar, bir gece tünel kazıp, surları yeraltından aşma girişiminde bulunmuşlar. Sabah erken saatte uyanan fırın ustaları, bu gürültüyü hemen orduya haber vermiş ve Osmanlı'nın yeraltından şehri kuşatma girişimi başarısızlıkla sonuçlanmış. Sonunda da şehri alamamışlar. Fırıncılar da kutlamalar için Osmanlı/İslam ibaresi olan hilal şeklinde bir hamurişi yapmış ve tüm halka yedirmişler). İşte bunun gibi tarihle ilişkilendirilebilecek bir çok yemekten bahsetmek mümkün. Eğer ilgiliyseniz şu siteye bakabilirsiniz. İngilizce bir site ama çok kapsamlı. elBulli de bu amaçla yola çıkarak kendi meunusündeki yemeklerin herbirinin tarihini ve nasıl meydana geldiğini anlatan ansiklopedi hazırlamış. Bu aynı zamanda yemekleri, yemek tarifi şeklinde saklamaktan çok daha yararlı bir arşivleme şekli çünkü üzerinde tekrar oynama, baştan yaratma için derinlemesine fikir veriyor. ![]() Sergide beni en çok etkileyen Ferran Adrià'nin sınır tanımayan yaratıcılığı oldu. Hazırladığı yemeğe, içerdiği moleküllerden başlayıp, içinde sunacağı servis tabağına kadar özen gösteren ve hepsini bir bütün halinde düşünen bir beyin! elBulli'de sadece yemek yapılıp, yeni menüler yaratılmadı. Yeni dizayn tabaklar, kaşıklar, bardaklar da yaratıldı. Hepsi yediğiniz yemeği bir bütünlük içerisinde yiyebilmek, Ferran'ın aklından geçenleri anlayıp, yaşayabilmek için. elBulli'nin son senesinde (2011) tadım menüsünün yaklaşık fiyatı 320 dolardı. Değer mi değmez mi tartışması göreceli olur, bu alandaki ilgiye bağlı olarak, ancak üstüne bu kadar kafa yorulan herşey bu parayı hak eder diye düşünüyorum. Keşke herkes yaratıcılığını açığa çıkarıp, beğendirebilse :) Yandaki resimde 1990'lı yıllardan sonra başlayan dekonstrüktivist akımıyla oluşturulan yemeklerin sunumu için kullanılan bir kaç parçayı görebilirsiniz. Hepsi tek tek Ferran'ın çizimleri üzerine dizayn edilmiş. Sadece görünüş değil fonksiyonellikte düşünülmüş. Şekillerinin olağandışılığı, sundukları yemeklerin de olağandışı olmasından kaynaklanıyor. Mesela buruşturulmuş kağıt şeklindeki metal, beklenmeyen dokudaki yemekler için kullanılmış. Dalga şeklinde gözüken bu metal tabak, üstüne yemekler konulduğunda illüzyonu andırıyor ve sürpriz çağrışımı yapıyor. Genelde kapsülleştirme 'spherification' tekniği ile yapılan yemekler beklenmeyen dokuda oldukları için bu metal tabak tercih edilmiş. Düz plaka şeklindeki metal tabakta ise aynı şekil verilen yemekler servis edilmiş. Mesela plaka şeklinde kıtır zeytinyağı. Tüm bu teknikleri şu yazımda yazmıştım. Çoğu basit kimyasallar kullanılarak yapılıyor, kimyacıların aşina olduğu ve laboratuarlarda kullanılan aletlerle mutfakta beklenmedik harikalar yaratılıyor. Tabii ki Ferran yaratıcılığını engelleyecek herşeyi elimine etmiş. Bildiğimiz krema sıkacakları Ferran'ın hayal dünyasında şu şekilde gördüğünüz hali almışlar :) Sanatçılar arası etkileşim tabii ki yemek sanatıyla da var. Aslında bakarsanız temel ihtiyaçlardan biri olan yemek yemek/tad duyusu uyarımı, belki de en kolay hitap edilecebilecek duyu. Tabii ki bunu tüm 5 duyuya seslenerek yapmak olağanüstü! Bruno Mantovani elBulli'de yediği bir tadım menüsünden esinlenerek aşağıdaki eseri bestelemiş. Eser başlangıç, ana yemek ve tatlıdan oluşuyor! 35 parçalık tadım menüsü için 35 bölümden oluşan bi eser. ![]() Bu yazıyı hem Ferran Adrià' yi bir kez daha hatırlamak hem de sergiyi özetlemek için yazdım ve tabii ki yine bir şefin sınır tanımayan dünyasını göstermek için. Yanda gördüğünüz de elbulli'de yapılan her yemeğin, kilden maketi. Kil hamurdan yapılan yemekler (ekmek, 'sıvı' zeytin, kaz ciğeri, aklınıza ne gelirse) birebir boyutlarına göre şekillendiriliyor ve arşivleniyor. Fotoğraflar ve tariflerin yanında bir de maketleri, yapılan menülerin tekrarlanabilirliğini sağlıyor. Ne kadar dahiyane! Belki de bu fikri bizim Edirne'de meşhur olan meyve şeklindeki sabunlarımızdan sonra düşünmüştür :)
0 Comments
![]() Size resimdekinin omlet olduğunu söylesem..!!?? Martini bardağında, omlet, ispanyol omleti. En alt katman, karamelize soğan, ortası yumurta musu ve en üst katman patates köpüğü. Üstüne de zeytinyağı gezdiriliyor. Tadım yaparken de 3 katmanı aynı anda tüketmek gerekiyor. Nasıl, hiç size göre değil mi? Zaten yapabilmek için bir takım 'teknolojik' alet edevata ihtiyacınız var. Ama itiraf edin, bir an olsun tadına bakmak istediniz, meraklandınız. Ferran Adria'nın tekniğine dekonstrüktivizm demesi de burdan kaynaklanıyor. Tüm yemeklerin özüne inerek, insanlarda merak uyandıracak yenilikler bulmak. Algı ve tad ilişkisinden bahsetmiştim; önyargılarımız ve alışkanlıklarımız yemek kültürümüzü belirler. Ferran Adria ise bu alışkanlıkları yıkmak için elinden geleni yapıyor. Müşterilere farklı bir deneyim yaşatmak; tüm amacı bu. Bunu yaparken de tabii ki de lezzetten ve geleneksel tadlardan ödün vermiyor. 3 Michelin yıldızını sadece patates köpüğü yaparak alamazsınız ne de olsa. ![]() Yaratıcılık bu akımdaki en büyük oyuncu. Sunduğunuz herşeyin merak uyandırması, farklı olması, önyargılarınızı değiştirmesi gerek. Bunu için muazzam bir araştırma ve geliştirme lazım. Ferran Adria'nın restoranı elBulli senenin 6 ayı müşterilere hizmet veriyordu ve kalan 6 ay da menü hazırlıkları için kapanıyordu. Tüm bunları hazırlamak için tabii bir de 'fiziko-kimya' laboratuar gereçleriniz olması gerek. Ve gerekli bir kaç kimyasalı unutmayalım. Resimde gördüğünüz elBulli'nin zeytinleri. Zeytin şeklinde, içi zeytin suyu dolu kapsüller. Zeytin ezildikten sonra posası atılıyor ve içine aljinat denilen katılaştırıcı madde katılıyor. Az miktarda eklendiği için, sadece kıvam arttırıcı görevi görüyor. Sonrasında ise, bir kaşık zeytin suyu, kalsiyum klorür banyosuna bırakılıyor. Suya değer değmez, aljinat ve kalsıyum jel oluşturuyorlar ve zeytin suyu oluşan jelin içinde hapsoluyor. Teknik bu kadar basit, ama tabii gerekli kimyasallarınız varsa. Aljinat aslında gıdalardan çok diş dolgularında, katılaştırmak için kullanılıyor. Ancak yan etkisi yok. Ferran Adria'nın bu 'deneyi' gündeme getirmesinden sonra, meraklılar için 'moleküler gastronomi kit'leri ve 'sodyum aljinat' paketleri satışa çıktı. Eskiden toptan satılan, bir çok kıvam arttırıcı artık perakande satılmaya başlandı. (aljinat, agar, guar vb.) Hal böyle olunca yapabileceğimiz 'kapsüller' de sınır tanımıyor! ![]() Bu alandaki bir başka başrol de alıştığımız görüntülere yeni tadlar eklemek. Resimde gördüğünüz bir spaghetti tabağı. Ancak makarnası durum buğdayından değil, karidesten. Belki kiminize kolay gözükmüştür: karidesleri haşlayıp rondoda parçalarız diye düşünmeye başlamışsınızdır. Maalesef bu yöntemle karides kıymasından başka bişey elde edemezsiniz. Kıymayı birbirine tutturmak gerekir. Yani bir yapışkan gerekir. İşte tam da işlevine uygun bir kimyasal var aslında : et tutturucu (meat glue). Transglutaminaz enzimi bitkilerden hayvanlara kadar geniş bir canlı skalasında bulunur. Protein içeren herşeyi birbirine bağlayabilir, yani suda çözünmüş bir protein solüsyonuna, mesela süt gibi, bu enzimden eklendiğinde, süt proteinleri katılaşır ve çöker. wd-50 restoranının kurucu şefi Wylie Dufresne de bu enzimden yararlanıp yaratıcılığını kullananlardan. Protein içeren hemen herşeyi birbirine bağlayıp, katılaştırmış. Resimdeki karides spaghettisi de karides püresinin içine enzim eklenip, 1 gün boyunca dondurularak kesilmesinden oluşuyor. Sınır tanımayan şef, tavuk ve dana etini aynı çatalda birleştirmiş. Hatta protein içermeyen kimi sebzelere bile arpa tozu ekleyerek (yüksek miktarda protein içerir), 'sebze kağıtları' yapmış. Ben de kıyma ve mercimeği birleştirip, 'kıymecips'ler üretmiştim bir keresinde. Ama babamın 'şebek' yakıştırmasından sonra bir daha da denemedim. Transglutaminaz enzimi göründüğü kadar mükemmel değil aslında. Avrupa ve Amerika'da kullanımına yönelik ciddi regülasyonlar mevcut çünkü fazla tüketildiğinde damar tıkanıklığı başta olmak üzere birçok soruna sebep olabiliyor. Üretilen sosis, salam, jambon gibi ürünlerin içinde de bulunuyor. Ancak moleküler gastronomi meraklıları az miktarlarda tükettiklerinde zarardan çok keyif alıyorlardır sanırım. ![]() moto'nun şefi Homaro Cantu'nun "Future of Food" ismiyle tanıttığı yeni akımdan bahsetmek istiyorum. Şekeri diyetimizden kesmek için kullandığı 'miracleberry' haplarından sonra, ünlü şef bu kez de sağlıklı ve kalorisi az gıdalardan nasıl lezzetli hamburgerler, pastalar yapabiliriz diye düşünmüş ve yenilikler bulmuş. Şöyle ki, bir hamburger düşününün, tamamen yulaf, mısır ve pancardan oluşuyor. Ne kadar iştah açıcı değil mi!!!!? Ancak bir de görüntüsüne bakın! Hangimiz evde gerçek hamburger köftesiyle bu kadar lezzetli görünen bir tabak çıkartabilir? Hemen belirtmeliyim ki amaç vegan veya vejeteryan bir yemek hazırlamak değil. Amaç minimum enerji kullanarak, bol bulunan kaynaklardan lezzetler yaratmak ve tabii ki sağlıklı yemekler yapmak. Bu yüzden bu konsepte geleceğin yemeği deniyor. Çünkü aynı su gibi, gıdalar da tükenebilecek kaynaklardan geliyor. Olaya çevreci bir boyuttan bakarsanız, dünyamızdan alabileceğimiz besinin ne kadar da kısıtlı olduğunu görürsünüz. Seracılık, GDO, antibiyotikler hep bunun sonuçları. Hepsi daha çok besin üretmek için getirilen yenilikler, çünkü doğal yollardan gelen besinler tüm dünyayı doyurmak için yeterli değil. Öyleyse yeni besin kaynakları bulmak mükemmel bir çözüm. Hem de bu kaynaklar antibiyotik verilmiş hayvanlar gibi kimyasal muadillerinden çok daha sağlıklıysa. moto Restoran'da sunulan bir diğer sağlıklı yemek ise, barbekü sosu! Barbekü sosu ne kadar sağlıklı olabilir bir düşünelim: Ameriklalıların bayıldığı bu sosun içinde inanılmaz derecede şeker var. Domates bazlı bu sos içine sirke ve bol miktar şeker katılarak yapılıyor ve tabii ki kıvam arttırıcı bilimum kimyasal ekleniyor. Yani hazır satılan barbekü sosları hem kalori açısından hem de zararlı madde olarak şişirilmiş. moto'da hazırlanan barbekü sosu ise saman ve yaban elmasından oluşuyor. Saman mı?! Niye durup dururken saman yiyelim ki diye düşünmeyin çünkü saman bol bulunan, zararı olmayan aksine yararlı bir ot. Ayrıca eğer tadı mükemmelse ve de sağlıklıysa yemekte ne sakınca olabilir ki? Bu örneği diğer vejeteryan muadilleriyle bir tutmayın. Yaklaşık 3-4 sene önce çimden yapılan kokteyller de çok moda olmuştu. Ancak 'geleceğin yemekleri'nin sağlık sunmasından çok, daha üstün bir amacı da var : Süreklilik sağlaması. Homaro Cantu'yu diğer şeflerden ayıran bir özellik kesinlikle yenilikçi ve çevreci olması. Hazırladığı menülerde yemek sektörünün geleceğini düşünerek hareket ediyor. Ve tabii ki sağlıklı yemeye olan bakış açımızı da değiştirmeye çalışıyor. Sağlıklı yaşam adına bir bardak çimen içmek yerine, aynı ürünlerden lezzetli bir hamburger köftesi yaratıyor. Daha fazla örnek isterseniz, karpuzu marine ederek yarattığı 'yalancı ton balığı'na göz atın derim. ![]() moto, şef Homaro Cantu' nun Chicago'da kurduğu moleküler gastronomi restoranı. Ancak mutfağına bakarsınız diğer moleküler gastronomi mutfaklarından bir farkı var. Burası gerçek anlamda bir kimya laboratuarı. Cantu, geçtiğimiz yıl verdiği TED konuşmasında adından çok söz ettirdi. Pasta şefiyle beraber, geleceğin yemeği olarak sundukları menü gerçekten çığır açıcıydı. Düşünün ki artık şeker yemenize gerek kalmayacak. Gerek kalmaycak diyorum çünkü siz yediğinizi zannedeceksiniz ama vücudunuza 1 gram glikoz/aspartam vb. girmemiş olacak. Ve bu tamamen bir beyin aldanma da değil. İkili, 'miracleberry' diye bilinen bir orman meyvesini kullanıyor. Bu meyve dilinizdeki tad reseptörlerinizi yanıltarak, tüketildikten sonraki 1 saat boyunca size tatlı yiyormuş hissi veriyor. Aynen şöyle; 1 avuç miracleberry ve sonrasında 1 dilim limon. Nasıl, limonatayı beğendiniz mi? Yaratıcılıkta sınır yok ve bu meyveyi kullanarak yapılabileceklerin de sınırı yok. Özellikle işin ucunda hiç şeker tüketmemek varsa! Meyve aslında yeni keşfedilmemiş. 18. yy'da Afrika'da bulunmuş ve o zamandan beri de biliniyor. Ancak ömrü çok kısa ve her yerde yetişemiyor. Son 50 yıldır, derin dondurma yöntemleriyle taşınabilmiş ve çeşitli prosedürlerden sonra hap, toz ve tohum halinde satılıyor. Meyvenin mucizesi ise basit; tatlı tad reseptörlerine bağlanıyor. Ancak ekşi yediğinizde aktive oluyor ve beyne tatlı sinyali gönderilmesini sağlıyor. Yani tatlı reseptörlerine bağlanıp, bloke ediyor, sadece ve sadece ekşi yedğinizde tatlı yemiş gibi hissediyorsunuz. Limon, sirke, yoğurt gibi ekşili yiyecekler 1 saat boyunca size tatlıymış gibi geliyor. Artık limonlu veya vişneli cheesecake yaparken içine seker koymanıza gerek yok. Veya limonataya da, ya da limitlerinizi zorlayıp, ekşi olmayan bir tatlıya sirke katarsanız, o bile şekersiz olmasına rağmen size tatlı gelecektir. Bu meyvenin yan etkisi olmaması da ayrı bir avantaj. Beraberinde tüketildiği ekşi yiyecekler midenizi yakmadığı sürece hem değişik bir deneyim hem de diyetinize ekstra katkı sağlayacağı kesin. ![]() İçtiğimiz çorba sıvı, ekmeğimiz katı, baklava mis tereyağ kokulu, fajita'lar cızırdak... Tüm bu algılarımız bilinç altımıza yerleşmiş ve 'default' olmuş. Yani çorbadan bir kaşık aldığımızda ekmek tadı alırsak, baklavadan buram buram et kokusu gelirse veya elmayı ısırdığımızda kütür kütür bir ses gelmezse beynimiz hata uyarısı verir. Yeme alışkanlıklarımızın temelinde tad alma duyumuzla beraber doku, ses, koku duyuları da vardır. Moleküler gastronomiyi sadece kimyasal deneyler yaparak ilerleyen bir bilim olarak görmeyin. Yeme alışkanlıklarımızın piskolojimizle etkileşimini inceleyen bir çok araştırmacı var. Kültürel, sosyolojik, ekonomik altyapılara dayanan uzuuun bir geçmişe sahip yeme alışkanlıklarımız. Açık büfeler ve restoranların kullandığı başka pazarlama teknikleri nasıl geliştirildi sanıyorsunuz? Konuyu fazla dağıtmak istemem, ne de olsa yemenin piskolojik boyutu bu sitenin amaçlarını ve sınırlarını çok aşan bir alan. Ancak bunun üzerine yapılan bir deneyi ve menüyü anlatmak istiyorum. Vereceğim örnek, yemek-beyin ilişkisine 'moleküler' düzeyde bakıyor. Heston Blumenthal'in eksantrik sunumlarından biri de deniz ürünlerinden oluşan bir tabak, bir çift kulaklık ve bağlı olduğu bir deniz kabuğu. Tabağın içindekiler öyle konumlandırılmış ki, siz kızarmış yılanbalığı, midyeler yerine; kumsaldaki palmiyeleri, denizi ve dalgaları görüyorsunuz. Yemeğin adı da 'Denizin Sesi - Sounds of the Sea'. Tabakla beraber büyük bir deniz kabuğu geliyor. İçindeki ipod gözükmüyor sadece bir çift kulaklık mevcut. Yemeği yerken kulaklıkları takmanız öneriliyor. Çalan; okyanustaki dalga sesleri. Bu yemeğin size değişik bir deneyim sunmaktan daha öte bir amacı var: Oxford Üniversitesinde yapılan bir nörofizyoloji araştırmasına göre; beynimize eşleştirdiği algıları (ortam, ürün, ses, koku vb.) beraber sunarsak beynimizin o konudaki algı yolunu açıyoruz. Yani siz dalga sesleri dinleyip deniz ürünleri tabağınızı yerken, tabaktakilerin tadı size muhteşem geliyor çünkü tad alma duyunuz şartlandırıldı. Heston Blumenthal'in restoranı İngilterenin ortasında bir kasabada, ancak siz 15 dakika boyunca kendinizi bir kumsalda, sakin ve serin bir ortamda hissettiniz. Ya da aklınızdaki 'kumsal' algısı her nasılsa öyle hissetiniz. Tad duyunuz da ortama uyum sağlayıp şartlandı ve yedikleriniz olduğundan daha güzel hissedildi. Sanırım şimdi daha mantıklı olmuştur neden balık restoranlarının deniz kıyısında olduğu veya kebapların 'Adana' veya 'Antep' te daha lezzetli oldukları... 'Kör tadım' denilen şarap tadımları da şarabın orijini, markası, rekoltesi, reputasyonu bilinmeden yapılır. Amacı şarabın kalitesini derecelendirirken hiçbir etki altında kalmadan karar vermektir. Aynı konseptten yola çıkarak 'Karanlık Yemek Odası'nda sunum yapan restoranlar da var. (Opaque vb.) Bu tip yerlerde ne yediğinizi anlamaya çalışmaktan çok, nerde ve nasıl yemek istediğinizi düşünürseniz daha ilginç bir deneyim olabilir :) 'Bilimsel yemek' kültürü hala kısıtlı bir kesime hitap etmekte. Popüleritesi, yemek konusunda limitsiz düşünenler arasında korunuyor. Belli başlı restoranlarda 'deneysel tadlar' veya 'tadım menüsü' olarak sunumlar yapılmakta. İlgi çeken sunumlar yaratmak için harcanan emek ve de para haliyle çok fazla. Varolan ve klasikleşmiş bir yemeği, tadını değiştirmeden, doku ve sunumuyla oynayarak bambaşka bir deneyim yaratmaktan bahsediyoruz. Heston Blumenthal'in Discovery Science'da izlediğim bir programından örnek vereyim: Önünüze bir tabak geliyor; içinde içi kırmızı sıvı dolu küçük bir bardak, kare şeklinde, sert şekere benzeyen katı bir 'madde' ve kurutulmuş baharatı andıran minik küçük yeşil yapraklar var. Her moleküler gastronomik tabağın sunulduğu gibi, garson ne şekilde yemeniz konusunda bilgi veriyor.( Hedeflenen tadı doğru oranda alabilmek için önce hangi parçadan başlayıp, hangi sırayla yemeği yemeniz gerektiği ve tabağın nelerden oluştuğu gibi bilgiler) Katı maddeden bir parça alıp üstüne yeşil otları serpiştirip ağzınıza atıyorsunuz. Ardından bir yudum kırmızı sıvıdan içiyorsunuz. Voila! Az önce bir kaşık dolusu çilekli dondurma tattınız.
Ferran Adria'nın isimlendirdiği gibi 'deconstructivist' yemek yapmak için mutfağınızda aynı bir kimya laboratuarındaki gibi aletlerin, maddelerin olması gerekli. Mesela meyveleri şekillerini koruyarak, dehidrasyon işlemi yapmak için liyofilizatör gerekir (düşük sıcaklık ve basınçta, katıyı süblimleştirme işlemi) Ya da havyar görünümlü elma suyu parçacıkları yapmak için sodyum aljinat denilen madde gerekir. Tüm bunlara ulaşmak için sadece markete veya beyaz eşya satan mağazaya gitmek yetmez. Bu sebepten dolayı moleküler gastronomi yapan restoranlar diğerlerinden fiyat olarak da ayrılırlar. Ama bu sadece kendi mutfağımızda yapabileceklerimizden farklı birşeyler sunmak ve ilgiyi canlı tutmak içindir. Ve tabii ki de her bilimdalı gibi yemek biliminin de aslında limitsiz olduğunu kanıtlamak için :) Kendi mutfaklarımızda yemek bilimini kullanmamız için fiyakalı aletlere veya kimyasallara her zaman ihtiyacımız yok. Mesela veganlar için (yumurta dahil hiçbir hayvansal ürün tüketmeyenler) ya da sadece daha az kolestrol içeren tatlılar yapmak için, yumurtasız, unsuz kekler farklı maddelerle takas edilerek yapılabilir. Aynı Herve This'in sadece erimiş çikolata ve su ile yaptığı çikolatalı mus tarifinde olduğu gibi. Sıcak erimiş çikolatanın su ile sürekli çırpılması (buz dolu bir kap içinde) çikolatanın yağının, suda çözünmeden emülsiyon oluşturmasıyla elde edilir. Yani sürekli çırparak homojen bir yağ-su karışımı elde edersiniz. Deneyin, ne kadar kolay, basit ve lezzetli olduğunu göreceksiniz. Tabii ki bu homojen dağılımı sağlamak için su-çikolata oranınız önemli. Hatta gereğinden az karıştırmak veya içine seker eklemek bile emülsiyonu bozacaktır. Evde yumurta kalmamışsa da 1 yumurtayı 1 kaşık sirke ve 1 çay kaşığı karbonatla takas edebilirsiniz. Ancak bu sadece kek yapacaksınız başarılı bir takas olabilir. Kek için önemli olan yumurtanın beyazıdır ve yumurta beyazının %10'u protein, %90'ı sudan oluşur. Yani kekler pişerken, yumurtanın görevi suyun buharlaşmasıyla minik boşluklar oluşturmak ve keki pofuduk yapıp kabartmaktır. Eğer kurabiye yapıyorsanız sirke yerine farklı bir takas yapmalısınız. Çünkü yumurtanın birleştirici, tutucu özelliği önemlidir. Kurabiye kıvamını tutturmak için 1 yumurta yerine 1/4 su bardağı muz ezmesi kullanılabilir. Önemli olan bir diğer nokta ise aşçıların, fen bilimlerini nasıl başarabildikleri. Yani hepsinin fizik ve kimya altyapısı mı olmalı? Tabi ki hayır. Herve This ve Nicholas Kurti bu bilimi kurduklarında, tamamen araştırmaya yönelik, neden ve nasıl sorularını cevaplamak adına deneyler yaptılar. Yemek tepkimelerini bilimsel olarak açıkladılar ve yazdıklarını da yalın ve herkesin okuyabileceği hale getirmeleri kısa sürmedi. Ancak önceden de belirttiğim gibi, çalışmaları kısıtlı bir kesimle sınırlı kaldı. Kimi ünlü aşçılar daha geniş bir kesime hitap edebilmenin avantajıyla, yemek bilimini alıp, kendi tarzlarıyla birleştirdiler ve yemek biliminin tanıtılmasında büyük rol oynadılar.
Yaklaşık 2 sene öncesine kadar 'moleküler gastronomi' denildiğinde, hap şeklinde domates çorbaları gibi absürd fikirler akla geliyordu. Bunun sebebi de moleküler düzeyde, yani yemeklerin kimyasıyla oynayabilmenin kolaylığı olmuştur. Ve aslında bu da, Nicolas Kurti ve Herve This'in başından beri istemediği gelişmeydi. Çünkü değişik yemekler üretmek adına, içine zararlı kimyasalların katılıp, yemeklerin sağlıklı deney çizgisinden sapması ilgi çekmek için birebirdi. Neyseki kimyasal kullanılarak yapılan menüler yerini kısa sürede doğal ürünlere bıraktı. Günümüzde uygulanan moleküler gastronomi teknikleri, yavaş yavaş bilimin sunabileceği çılgınlıkları bırakıyor. Moleküler gastronomi uygulayan mutfaklar hala birer kimya laboratuarlarını andırıyor, hatta bana kalırsa hepsi birer fizikokimya laboratuarı olabilir :) Ancak yemeklere kimyasallar katip farklı tadlar yaratma modası eskidi diyebiliriz. Artık tamamen doğal ürünler, laboratuar enstrümanları ve basit kimyasal tepkimeler kullanılarak farklılık yaratılıyor. Eğer yeni gelişmeler ilginizi çekiyorsa, Yemek Bilimi 103 ve algı-yemek ilişkisi adlı iletileri okuyabilirsiniz. Sizi bilmem ama ben bilinçli olarak yemek yemeye başladığımdan beri (burda kastettiğim çatalı elime almak değil: Kavun nasıl peynir ve rakıyla daha güzel olur veya hünkar beğendinin patlıcanı neden közlendiğinde daha güzel gibi bir bilinçten bahsediyorum) yemeğin neden ve nasılına meraklıyım. Evde yaptığım tad karışımları yüzünden annemden "beceriksiz" damgası yediğim yaş 14'tu sanırım.
Beni kimya okumaya iten neden tam olarak gıda araştırmalarım olmasa da, araştırmayı seviyorum ve etrafımızdaki herşeyin nedenini, nasılını merak ediyorum. Moleküler Gastronomiyle tanışmam biraz geç oldu. Üniversitemin ilk senesiydi, 'yemek okumak', 'yemek konusunda diploma almak' fikrinden annem yüzünden caymıştım. İyi ki de caymışım. Çünkü boş zamanlarımda gıda kimyasıyla ilgili yazılar okurken Herve This'in blog'una rastladım. Fransızcam okuyup anlamam için yeterli değildi, neyse ki Monsieur This, ingilizce dersler de veriyor :) Bu sayede moleküler gastronomiyle tanıştım ve yemeğin nasıl'ını, niçin'inini merak edip de böyle bir bilimin önünü açtıkları için Herve This ve Nicholas Kurti'ye müteşekkir oldum. İkilinin kaynakları ve kurdukları bilimin tarihçesini özetleyip, siteye ekleyeceğim. Bu konu hakkında Türkçe kitap veya çeviri bile olmaması üzücü. Zamanım olsa çevirmek çok isterdim ancak şimdilik özetlerimle idare ediyorum. Moleküler gastronomi tam da bu araştırma hevesi yüzünden doğdu. Yemeklerin özündeki reaksiyonları incelemek, anlamak, geliştirmek ve biraz da değiştirmek için. Bu bilimin kurucularından biri fizik profesörü Nicholas Kurti, diğeri de kimya profesörü Herve This. İkili çalışmalarını panellerle ve kitaplarla paylaştılar. Aslında onlar da daha eski eserlerden etkilendiler, esinlendiler. 15.yy dan kalan yemek kitaplarında bile etin faz değişimine ilişkin gözlemler olduğunu yazdılar. Yani aslında 'yemek bilimi' kurulumundan çok eskiye dayanan bir pratik. Ve bu alanda yayın yapmış ilk bilimadamları da Kurti ve This değiller. Daha öncesinde Peter Barham, Robert Wolke gibi profesörler de eserler çıkartmışlar. Kurti ve This, aşçılarla ittifak yaparak, bilimi geniş bir alana yayıp, basitleştirmeyi hedeflemişler. İkilinin öncülüğünde başlayan bilimsel çalışmalar kısıtlı sayıda kesimin ilgisini çekmiş olacak ki, günümüzde moleküler gastronomi dendiğinde akla gelen ilk isim Ferran Adria oluyor. Kendisi, aşçılıkla başlayıp, neden niçin diye sorgulayarak yapmış her yemeğini. Öyle ki tekniğine moleküler gastronomi demektense, "deconstructivisim" demeyi tercih ediyor. Yani; parçalara ayırmak! 2 sene öncesine kadar açık olan ve dünyanın en iyi restoranları arasında gösterilen kendi işletmesi elBulli' de yeni füzyonlar deneyip, klasik tadları da sıradışı sunumlarla menüsünde sergiliyordu. 2014'te aynı işletmeyi, eğitim-sergi amaçlı bir yemek kütüphanesi konseptiyle açmayı planlıyor. İkinci çok tanınan isim ise Heston Blumenthal. İngiliz aşçı, televizyon yemek programlarında gerçekleştirdiği kimya deneyleriyle popüler oldu. Kısmen de moleküler gastronominin kitlelerle tanışmasını sağladı diyebiliriz. Ben tüm bunları okuduğum ve izlediğim kaynaklardan biliyorum. Ne yazık ki hiçbirine anında şahit olamadım. Ancak tüm arama motorları elinizin altında olunca, herşeye sahipsiniz demektir! Bu iki öncü isimle yetişen veya kendi kendine deneyerek moleküler gastronomiye katkı sağlayan aşçılar her geçen gün artıyor. Amerika'da büyük şehirlerin hemen hepsinde bir 'moleküler' mutfak bulmak mümkün. Belli başlıcalarını anmazsam içim rahat etmez; Chicago' da bulunan Moto restoranının kurucu aşçısı Homaro Cantu, (özellikle 'Yemeğin Geleceği' adlı TED konuşmasıyla adından çok söz ettirdi. Yine Chicago'da olan ve Amerika'nın alandaki öncüsü olarak görülen Alinea restoranının kurucusu Grant Achatz ve New York'u tekniğiyle ele geçiren WD-50'nin kurucu aşçısı, Wylie Dufresne. |
'Ne zaman ki güzel yemeklerin soyu tükenecek, o zaman edebiyat, istihbarat, sosyal harmoni ve arkadaş meclisleri de yitip gidecek.'
|